TAKDİM (55)

YENİ ROMAN: ÇAKALLAR TEPESİ

Günümüzün meşhur romancılarından biri, okuyup fikir beyan etmesi için, yayımlayacağı son romanını, kendisi kadar meşhur bir eleştirmene göndermişti. Fakat taahhüdüne uyamadı eleştirmen, okuyamadı romanı; okumaya çabaladı, birkaç sayfa sonra tıknefes oldu, bıraktı elinden… Uyuyamadı bir türlü, gece yarısı klavyeyi çekti önüne ve tuşlardan intikam aldı:

Sayın: Savaş Metince

Tanışıklığımıza rağmen resmî bir hitapla başlayışımdan anladınız ki hiç de hoşunuza gidecek şeyler yazmayacağım.

Önce romanınız “yeni roman” anlayışından çok uzak. Sanıyorsunuz ki “son dakika” olaylarını anlatmak yeni roman dokusunu yakalamaktır. Hayır, ne olayların gazete sürmanşetlerinden veya atış poligonu yapılan başkent sokaklarından, ne kişilerin devlet tepelerinde gezinenlerden, uluslararası silah tüccarları arasından, uyuşturucu baronlarından, organ mafyası holding ceolarından seçilmesiyle ilgilidir. Hâlbuki siz ne yapıyorsunuz? Ortaya oturttuğunuz adam örümcek gibi… Herkes onun ipliklerinden birinin bir yerinde, istediği an istediğinin ipini istediği kadar çekiyor. Yâhu “yeni roman” yazmak isteyen adam Jean-Paul Sartre’ın Bulantı’sını okumaz mı?

Aslında siz Klasisizm, Romantizm çağlarında gelmeliymişsiniz dünyaya. Sıradan insanları toplumda yeri yok diye mi romanınıza almıyorsunuz? Hep asil yani asaleti kendinden başlayan (kendinden menkul) kimselerle ilgileniyorsunuz; omzu, adının önü yüksek ünvanlarla dolu olanlardan bahsediyorsunuz. Romanınızda adamın biri dünyanın en pis işini yapıyor, tıbbi maske yardımı yapma örtüsü altında uyuşturucu naklediyor, sen onu başvekilin oğlu diye gösteriyorsun. Bir başka grup var ki onlar karanlık ormanın çakalları âdeta… Ormanı paylaşıyorlar, aralarından veya dışarıdan biri karanlığa fener tutarsa, feneri söndürmek için ormanı yakıyorlar, bir müddet sonra orada uzay merdiveni gibi yapılar yükseliyor, ormanın çakalları onun tepesinde… Ormanın çakalları şehirlerin, kıyıların en güzel yerlerine yayılıyor, yaydıkları pis kokularla o habitatın asli varlıklarını bıktırıp / yıldırıp / korkutup kaçırtıyor… Başka bir çakal grubu, komşu ülkedeki çakalların ormanı yanıyor diye onlara yardım bahanesiyle oraya üşüşüyor ama oradaki yabani mahlukatı bizim ormanlara, şehirlerimize sürüyorlar. Birdenbire sokaklar karanlık vahşi dereler hâline dönüyor. Vahşi seslerden ürken zavallılar, bahçeli yerlere sığınıp şimşek çaktıkça karanlıklardaki vahşeti görmek istiyorlar ama birileri ha bire hicrete zorlanmışlardan ezan sesleri geldiğini iddia ediyor. Ben artık şaşırdım, koptum yâhu! Koptum, anlıyor musun? Yeter yâhu! Sislere, puslara büründürerek yazdıkların, simgelerle yeraltı dünyasını ifşa mı, yoksa ejderhalar çağı masalları mı belli değil. Yoruyorsun insanı, midesini bulandırıyorsun insanın!.. Sonrasını okumayacağım romanın… Kime okutursan okut!..

Romancı, eleştirmeni kendine dertdaş bildiği için eserini ona göndermişti. Onun hassasiyetlerinin asla yıpranmayacağını, zamane yelinin kayaları aşındıramayacağını düşünüyordu. Eleştirmene -darıltacağını bile bile- cevaben birkaç satır yazmaktan kendini alamadı:

Eleştirmen Sızlan Efendi,

Memleket toprak olarak değil ama vicdan olarak bölündü; İlk Çağ’daki, Orta Çağ’daki toplumsal düzen düzeyine düştük. Toplulukların kendilerine ait raconları, hukukları, kendi menfaatleri yönünde eğitim kurumları var. Sen hâlâ timsahları Nil’de, köpek balıklarını açık denizlerde sanıyorsun. Eşkıya dünyaya hükümran olmuş, sen fildişi kulende romanın yapısal özellikleri gibi fasit bir daire içindesin. Bir makaleni üç-beş kelimesini değiştirerek on-on beş roman için yayımlamak keyfindesin. “Ne demek istiyor?” sorusuna cevap aramanın yıldırıma uğrama tehlikesi var, değil mi? O konfor alanından çıkmak istemiyorsun. Bremen mızıkacılarının koro hâlinde gündem oluşturup “darbe anayasasından kurtulmak” ambalajlı “yeni anayasa” sloganına sığınmalarının altında, o metinden “Türk”ü çıkarmanın bulunduğunu aptallar bile anlamıştır sanıyorum ama eleştirmen geçinen sen hâlâ anlamamışsın. Yok eğer saf ayağına yatıp kendini “kurtulmuş” sayıyorsan… Hayır! Kurtulamamışlardan birisin… O çakallar hepimize aynı uzaklıkta…

Nâzım Hikmet POLAT

Ankara, 15 Mayıs 2024